İŞGAL ALTINDAKİ RUHLARIMIZ VE ÇERKESCE
Onlar bilmiyorlardı ama Tanrının dilini konuşabilenler yeryüzünde sadece onlardı. Ülke ülke savrulmuşlardı. Anlamlandıramadıkları bir kutsallık taşıdıklarını biliyorlardı ve yaşayageldikleri gibi yaşamaya devam ettikçe kutsallıklarının sürdüğünü hissediyorlardı. Önce, ülke ülke savrulan bu insanlar o ülkelerin değişik bölgelerine parça parça savrulmaya başladılar. Zaman geçtikçe kutsallıklarını yitirmeye başladıklarını hissettiler. Onlar artık savruldukları ülkelerdeki insanlar gibi yaşamaya başlamışlardı. Hepsi anlamlandıramadıkları kutsal bir acı hissediyorlardı. Ne yapsalar ne etseler de gereksiz bir çabaydı ve acı her geçen gün güçleniyordu. Acılarının kutsallıkla ilgili olduğunu bilen bu insanlar acıdan kurtulabilmek için yaşayageldikleri ve artık devam ettiremedikleri yaşantıda acılarının dineceği düşüncesiyle yaşayageldiklerini yeniden canlandırmaya kalktılar. Ancak, mümkün olmadı o kadar bölünmüş, parça parça olmuş insanlarla yeniden yaşayabilmek. Sonra acıya acıya tekrar diğer insanların acıtan günlük yaşantılarına onlar gibi katıldılar.
Ancak sır, konuştukları dilde ve ruhlarını konuşturdukları yaşantılarında gizliydi. Onlar farkında olmadan Tanrının gizemli dilini sürdürüyorlardı. Tüm var oluş bu dille konuşuyordu ve bu dili anladıklarının farkında bile değillerdi. Ruhları ve duyguları sığmıyor ve ruhlarını ve duygularını taşıyamıyordu yeni dillerinden hiçbiri. Yürekleri isyan ediyor ve acıya da bu, neden oluyordu. Evrenden ve var oluştan ve de anlamdan kopuyorlardı ve bu acı dayanılmaz bir acıydı. Bu acıdan kurtulmak da imkânsız bir şeydi.
Yeryüzünde bulunageldiklerinden beri yaşadıkları coğrafyada sayısız kez en zor koşulları tatmışlardı. Yakın zamanda Timur’un, Kırım’ın zalimliklerini tatmışlardı. Ancak, tüm zor koşullara rağmen ruhlarındaki sevinç yok olmamış, yeniden hayata devam edebilmişlerdi. Rusların en zalim davrandıkları zamanda bile ruhlarındaki o sevinçli ışık sönmemişti. Önce yavaş yavaş ruhları, sonra da ruhlarının bedene dönüştüğü sevgili vatanları işgal edildi.
Savruldukları ülkelerde işgal altındaki ruhları işgalcilerinin zincirlerinden kurtulamadı. Önce ruhlarını kurtarabilme umutlarını yok ettiler sonra da bedenleri amaçsızca savruldukları ülkelerin insanlarına karıştılar. Farkında değillerdi ama ruhlarını işgalden kurtardıklarında yeniden ruhları işleyecek ve o zaman, bir sinerjiyle yok oluştan kurtulacaklardı. Tek mücadele kaynakları vardı ama hiç birisi bunun farkında değillerdi. Yürekleri biliyordu onlarla konuşanın Tanrı olduğunun. İşgal altındaki ruhlarındaki sesler, öyle olmadığını söylüyor veya olmadık yollarda yürütüp yoruyorlardı ruhların sahiplerini.
Artık, o, yürek sahipleri bitap düşmüşler ve savruldukça acılarının da savrulacağını düşünmeye başlamışlardı. O, ruh sahipleri kendileri gibi olan ve kendilerini hatırlatan her şeyden kaçmaya ve duymamaya, hatırlamamaya çalışıyorlardı. Ama hepsi boşunaydı. Ya yeryüzünü ruhları için cehenneme çevirip sonsuz acıyla kıvranacaklardı ya da yüreklerini yeniden işitip, anlayacak ve bu acıya son vereceklerdi. Ancak ruh sahipleri Tanrının sözcüklerini bir kenara atmış ve sesler anlamsız ve silik bir hale gelmişti. Ama vardı o sesleri yitirmemiş olanlar. Sesler dayanamadı yitip gitmeye ve yüreklerine sabırla fısıldamaya başladı onları yitirmemişlerin. O yürekler yavaş yavaş başladı işgalden kurtulmaya. O yüreklerin sahipleri kutsal seslerin resimlerini başladılar çizmeye. Zor ve imkânsız olmadığını haykırmaya başladılar kurtuluşun. Ve karar verdiler Tanrının dilini konuşmaya.
“Öncelikle ne olduğunun farkında olursan, o zaman yapabileceklerini bilir ve gerçekleştirebilirsin!” dedi Çerkesce ve konuşmaya başladı.
Temelde neyin olduğunu ya da temele neyi koyacağını bilemezsen binanı sağlam kuramazsın ve yıkılır. Önce temelimizi atacağız ve yola o şekilde devam edeceğiz.
Öncelikli olarak Tanrı sana neden tzıxu(insan) diyor, bunun ayrımına varmalısın. Tzıxu ne demek, ayrımına var. Sen bilen ve farkındalık sahibi olansın. Farkında olmadığın karanlık her durum senin “tzıxu” olmana engeldir. Temeline, “tzıxu” olduğunun farkındalığını koyacaksın ve onun üzerine koyduğun her şey hiçbir zaman sarsılmayacak ve onun üzerine koyacaklarına sağlam bir temel olacaktır.
Sorgulamadığın, rastgele kabul ettiğin hiçbir şey senin gerçek parçan değildir. Onların üzerine koyduğun hiçbir şey, binanı yükseltmez. Eğer karanlığın üstüne yükselebileceğini sanıyorsan, karanlıklar içinde kaybolacaksın ve ışığın olmayacak.
Yaşadığın en büyük hazzın ne olduğunu düşün. Bana hak vereceksin. Bir şeyi netlikle kavradığın zaman, ruhunun en çok haz aldığı zamandır. Bunu biliyorsun. Kendine temel olarak “farkındalık” dışında bir şey seçtiğinde temelinin her zaman büyük depremlerle sarsıldığını ve tutunamadan yıkıldığını biliyorsun. Tzıxu olduğunu bilmeden değerli herhangi bir şey olamadığını, sadece anlamsız bir sürüklenen olduğunu biliyorsun.
“Bıtzıxume wutzıxuşş. (Farkında olursan insansın.)” dedi o kutsal ses ve işgal altındaki yüreğin en ortasındaki yerdeki işgalci düşünceler orayı terk ettiler.
TZIXUR ZERGUPŞŞISER GURAŞŞ.
(İnsanın düşünce merkezi yüreğidir.)
“Düşün.” Dedi o kutsal ses. ““Düşün.” denince nerede odaklanıyorsun? “ Ve düşündüm. “Düşünmek” deyince yüreğimde odaklandığımı ve yüreğimle düşündüğümü fark ettim. Ama düşünmenin “beyinde” olduğunun propagandası yapılıyordu her zaman. O kutsal dilde düşündüğümde ise düşünce merkezi yüreğimdi. Beynin egemenliğine yüreğimi zorladığımı ve de yüreğimin yalın gerçeklerle düşündüğünü fark ettim.
Kutsal ses yeniden seslendi: “Çerkescede neden bu kadar çok <yürek> içeren sözcükler var? Neler fısıldıyorlar, bir dinle.” dedi.
Yürekli sözcükleri düşünmeye başladım. Öncelikle “gutlıte” düştü yüreğime. ‘Anlama’nın, ‘yürek farkındalığı’ olduğunu ayrımsadım. Karşıdaki bir insanın yürekten bir sevgiyle yaptığı bir eylemin, yürekten sevgiyle karşılık bulduğunun o insana hissettirilmesiydi “gutlhıte”. Psikologlar, “empati” gibi bir karşılık bulmuşlardı bu kelimeye ve bu kelimeyi ortaya koymak için çok çaba harcamışlardı. Ama ben, “gutlhıte”yi hep tatmıştım. Anladım yiten şeylerin göründüklerinden ne kadar büyük olduklarını.
“Guı(yürek)” seslendi sonra bana. Beni işit, ben ne diyorum diyerek. Düşündüm. “Gu”nın Tanrısal işleyişin merkezi olduğunun ayrımına vardım. “Gu”, Tanrı demekti ve “guı(yürek)” ise “Tanrısallığa göre işleyen” demekti. O zaman “gupşşısen(düşünmek)”, “Tanrısal farkındalıkla değerlendirmek” demekti. Nasıl da fark etmemiştim bunu! Sonra “gupşşısen(düşünmek)” sözcüğünü böldüm. guı-pşşı-sen= Tanrısal farkındalıkla değerlendirip ben yapmak… İnsanın, yüreğiyle işlediği bilgileri üst üste koymakla “insan”ı inşa ettiğini anlayıverdim o zaman. Sonra “bilinçaltı “denen kavram üzerinde düşünmeye başladım. Yürek farkındalığı olmaksızın sadece beyinle “uygun olduğuna” karar verilen ve yüreğin onaylamadığı şeylerin bilinçaltı olduğunu kavradım. Peki o zaman beyin ne işe yarıyordu? Düşündüm. Beynin, yüreğin anlamıyla evrene dokunan eller olması gerektiğini fark ettim. Ancak beynin, “eller” olmak yerine yüreği hakimiyetine alarak insanı insan olmaktan uzak tutan bir varlık olduğunu fark ettim. Beyin, zorba bir güçtü ve yüreğin ilk savaşını ona karşı kazanması gerekiyordu. Tüm yüreksiz kavramların insanın bütünlüğünü bozan kavramlar olduğunu ortaya koymanın beynin hakimiyetine son vereceğini fark ettim. Beynin çizdiği sınırlarda yüreğin asla özgür olamayacağını ayrımsadım… Beynin sadece bir korku ve karanlıklar imparatorluğu ve onu yenmenin tek yolunun yürek gerçeklerinin ışığını korku ve karanlıklara düşürmek olduğunu fark ettim…
“Xuitınığe(özgürlük)” neydi peki? “Xuitın”, “onun için bulunmak” demekti. Özgürlük, dinginlik ve haz veriyordu. İnsansa yürek frekansında davrandığında dingin ve haz dolu hissediyordu. O zaman, yürek frekansında davranmak Tanrısal frekansta olmak olduğundan dolayı insan yeryüzünde Tanrıya verdiği bir sözden dolayı bulunuyordu. Bu söz ise Tanrısal farkındalıkla kendini gerçekleştirmek ve karşılığında farkındalığın hazzını yaşamak olmalıydı. Beyinsel özgürlükler çatışırken yüreksel özgürlükler empatik olduğu için büyümekteydi.
Kutsal ses yine seslendi: “Sınırsız olduğunu bilmezsen sınırlara mahkûm olursun. Beynin ve aklın sınırlarından kurtulduğunda gerçekleri o zaman daha net görürsün. Aklın, yüreğini evrenin sınırları içine hapsetti. Yüreğin, evrenin içine sığmayacak genişlikte. Dinle sözcüklerini. “Zı” ne demek hatırla. Her şeyi dolduran ve sonsuzluğuna genişleyen ve tekrar tek noktada birleşen demek. Bu, sadece evrenin doğası ve hareketi. Big-bang teorisi için onca çalışma bile yapmana gerek kalmadan kutsal dilin bunu sana fısıldıyor zaten. Ayrıca “zı”, “bir” demek. Tanrıya “zı” demek evreni tanrılaştırmaktan başka bir şey değil. Ama akıl, evrenden öte bir şeyi bilmediği için Tanrıyı “evren” ya da “mükemmel evren” zannetmiştir. Gerçek Tanrıyı ancak yüreğinle görebilirsin. Yüreğinle, Tanrının evrensel sıfatların hiç birini taşımadığını anlayabilirsin. Onun sayısının “zıri(sıfır)” olduğunu ve bunun hiçlik olmadığını “var olmanın” dayanağı olduğunu ve Onun tek sıfatının “f’ı(iyi)” olduğunu anlarsın. Gerçek Tanrıyı anlayınca, özgür olman gerektiğini kavrarsın, böylece esaretten kurtulur, “insan” olursun.”
Kutsal ses dedi: “Çerkesce Tanrının ışığıdır. Işıkla yıkan ve arın. Ruhun tekrar ışısın ki ruhunu işgal eden karanlık yok olsun ve özgür insan olasın.”
Marğuş Vezir
18.06.18
01:24